Ana içeriğe atla

Transandantal Ampirizm ve Polisiye: Suça ve Suçlunun Güdüsüne Dair


İyi bir polisiye iki sorunun peşinde koşar: "Suç nasıl oluşur?" ve "Suçluyu güdüleyen nedir?". Bu iki sorunun bileşimi metafizik olarak "kötülük problemi" başlığı altında toparlanmış olan teolojik bakış açısının konumlandığı mıntıkanın yerinden edilmesini sağlar. Kötülük problemi, kötülüğün varlığı (dahi yokluğu) tartışmaları etrafında nasıl bir teoloji (idealizm yahut transandantal idealizm -yani bizim bağlamımızda ödev ahlakı) örgütlenebiliyorsa, iyi bir polisiye romanın etrafında da sıkı bir transandantal ampirizm, yani materyalizm örgütlenebilir.
Yani ilk adımda polisiye ile teolojik bir sunum/temsil olan kötülük problemini ilişkilendiren her tür bakış açısı karşısında kuşkucu olmalıyız. Polisiyenin kendi içinde dahi sorun bu terimlerle ele alınıyormuş göründüğünde, bunun yalnızca bir harekete geçme noktası, bir kurgusal oyun olduğundan şüphelenmeliyiz.
The Alienist'ten.





Yahut aynı formülü şöyle de sunabiliriz: bakış açısı teolojiye sıkışmış bir polisiye, bayağı bir polisiyedir (dünyanın iyiler ve kötüler olarak kolayca bölünebildiği her tür kurgu gibi). 
Peki ama transandantal ampirizmin konuyla ilgisi nedir?
Transandantal mefhumunun işaret ettiği kavrayışın, koşullanan ile koşul arasındaki ilişkiyi belirttiğini, transandantal bir soruşturmanın vuku buluşun (belirişin, türeyişin, karşılaşmanın vb.) koşullarına dair bir soruşturma olduğunu biliyoruz. Kantçı transandantal idealizm vuku buluşun mümkün ("genel" diye okuyunuz) koşullarıyla ilgiliydi. Oysa Deleuze'ün kurduğu anlamıyla transandantal ampirizm, vuku buluşun gerçek ("somut" diye okuyunuz) koşullarıyla ilgilidir. Bu ilk hamleyi izleyen fikir ise, transandantal alandan her tür tarih dışılığı (yapısalcılığın meylettiği), her tür özne, ego ve bilinç-biçimciliği def etmektir. Deleuze basitçe kendi meselesini, "koşulu, koşullananın imgesinde kavramamak" (Deleuze, Anlamın Mantığı, s. 145) olarak tanımlar. O halde, iyi bir polisiye vuku bulan kötülüğü -bir cinai edimi- ideal bir kötülüğe -canavarlık, türsel başkalık, fizyolojik bir anomoli- geri sürmek yerine -her ne kadar sağduyu ilk anda bunu talep etse de- suçun oluşumuna, yani suçun türediği alana ve suçlunun güdülerini teşkil eden gerçek koşullara doğru sürer. Polisiye bize çoklu nedenleri, çoğul ilişkileri ve suçu teşkil etmeye gelen tüm tekil unsurları bir arada düşünmeyi öğretir. Polisiyenin kurgusundan bu yüzden transandantal ampirizm sökülemez.
Fakat yukarıda polisiyenin sorusunu ikiye bölmüştük. Bir tarafta suçun oluşumu, diğer tarafta suçlunun güdüsü bulunuyor gibiydi. Onlara ne oldu? Öncelikle suçun oluşumunun çok büyük bir ağ-alanın içinde, çok katmanlı edim-içi (intra-action) ilişkilerin neticesi olduğunu unutmamalıyız. Kuşkusuz suçun oluşumu konusunda, hatta büyük oranda bedenin suçlu haline getirilişi konusunda da çok sayısa kurum, toplumsal oluşum çalışır: çağdaş dünyamızda başta sermaye olmak üzere polis, adli aygıtlar, hukuk fakülteleri, psikiyatri, sosyal çalışmalar, üniversiteler, mafya(lar), göç, belediyeler, iş insanları vb... Bilhassa "hırsızlık", "kaçakçılık" vb. içine gruplanan suçlar söz konusu olduğunda (The Wired gibi dizilerin dikkatla analiz ettiği üzere) karmaşık kurumsal ağ çok şiddetli bir şekilde kendini gösterir ve birisinin suçlu ("torbacı", "çeteci", "hırsız" vb.) haline gelişi için gerçek koşulları ve bireyleri önceleyen somut eğilimleri var kılar. Cinai tarafı ağır basan ve en yüksek dozuna seri katil fenomeninde erişen türden suçlarda ise suçlunun "yaşam öyküsünü" sarmalayan ve ailevi, pedagojik, çoğu zaman psikiyatrik ve adli kurumları ilgilendiren bir başka ağ daha bariz hale gelir. Fakat eninde nihayetinde "canavarlarla" değil, "yaralanmış çocuklarla" karşılaşılır. Ya da romantik ifadeyi tamamen silersek, bir "suç" daima yandaki bir başka "şiddetin" ucuna eklemlenmiş "bir başka şiddettir". Polisiyenin materyalist bir soruşturma olması, iyi bir polisiye kurgunun saf bir materyalist girişim olabilmesinin sebebi de tam olarak budur: Bireysel bir fenomen olarak en sivrilmiş haliyle ortaya çıktığında bile şiddet, daima tarihsel-toplumsal bir alana geri gönderir ve suçun, dolayısıyla şiddetin analizi daima siyasal bir analizdir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lütfü İrdem'in İki Filmi Üzerine: Görünür ile Görünmez

Yönetmenliğini ve senaristliğini Lütfü İrdem 'in yaptığı, toplumlarımızı sarmalayan optik bir sorunla ilgili iki film bunlar: Kendileri görünmeksizin etkilerinde var olan, kendileri giderek silinirken bir etkinin bulutsu imgesine sığınan nedenler yahut varoluşlar. Cênîya Nêeysayî ' nı n (2016) [ Görünmez Kadın ] yahut Fotografkeş ' i n (2018) [ Fotoğrafçı ] sorunsalları , ama aynı zamanda kendilerini çeşitli biçimlerde kapitalist işe (ev emeği başta olmak üzere, tüm emek biçimlerine) mahkum edilmiş bulan azınlıklar ın (sayısal bir çoğunluk ol uşturmakla beraber) sorunları . Burada ne kadınlık ne de emek tarihini baştan yazmaya gerek yok, o halde gelin filmlerin optik sorunla ilişkilerine odaklana lım . Pek tabii bu iki filmin bu optik sorunu sorunsallaştırma biçimine. Cênîya Nêeysayî (2016) Cênîya Nêeysayî ' n ın görünmeyen kadını , kendi silinen görünürlüğünü göstermek üzere bedenen görünmez olmuştur. Bu görünürlükten dışlanma , tüm sosyal ilişkile

Karatani ile Kant Diyaloğu: Transandantal ve Bilinçsiz

Erkal'a.. Modern felsefenin tarihinde bilinçsiz ( bilinçdışı ) fikrinin iki sıkı doğum noktası bulunabilir: Birincisi kuşkusuz Spinoza, diğeri ise Kant. Fakat Kant'ın bilinçsiz fikrine katkısı çoğun göz ardı edilmiştir. Kant tartışmaları genellikle Kant'ın öznelciliğine dair eleştirel tartışmalardır, lâkin Kant'ı bir öznelci ilan etmek Kant'ın Saf Aklın Kritiği kitabında yarattığı transandantal kavramının göz ardı edilmesiyle mümkün olabilir ancak (Karatani). Peki ama, nedir transandantal (olan )? En kısa cevap onun bir alan olduğudur. Olumsuzdan gidelim: Transandantal ( transcendental ) olanın aşkın ( transcendence ) olan ile bir ilişkisi yoktur. Transandantal, vuku bulan fenomene nazarla aşkın (yani tözsel bir başkalıkla damgalı) değildir. Daha ziyade bir koşul dur transandantal ve bu koşul vuku bulanın kendisinin içkinlik sahasını teşkil eder. Dolayısıyla transandantal, aşkından çok içkinlik ile birlikte düşünülmesi gereken, fakat vuku bulana da indirge

Tekinsizlik ve Varoluşsal Tekilleşme

Dilan ile Müge'ye... Biz hepimiz uzay-zaman bloklarının kıvrımlarıyız. Bedenimiz dediğimiz et, kan, kemik ve gösterge kıvrımları çokluğu. Evrenin bir kısmını içimize kıvırıyoruz: her türden karşılaşmayla. Bu temâşadır. Bedenimiz evreni, onu kendi içine kıvırarak temâşa eder. Yer içer duyar görür temas eder. Bataille fark etti bunu. Kozmik-güneşimizin saçtığı enerjiyi tüketerek oluşuyorduk. Tüketmek, temâşa etmektir, temâşa etmek ise kıvırmak. Fakat öncesinde karşılaşmak gerekir. Fakat neyle karşılaşırız? Karşılaşmak ne demektir? Son derece heretik bir metninde, Ritmanaliz 'de Lefebvre evrendeki her şeyin aktığını, sadece sıvıların, enerjilerin değil, yeterince uzun bir zaman dilimi ele alındığında kayaların ve yıldızların da aktığını söylüyor. Akan her şey ritmiktir, bir ritmle akar, sabit olmasa bile. Dolayısıyla bir karşılaşma her şeyden önce iki farklı ritmin karşılaşmasıdır. Bir obur hayal edelim, daima değilse bile bir an için oburluk yapan birini... Hangi ritmle