Ana içeriğe atla

Tekinsizlik ve Varoluşsal Tekilleşme

Dilan ile Müge'ye...
Biz hepimiz uzay-zaman bloklarının kıvrımlarıyız. Bedenimiz dediğimiz et, kan, kemik ve gösterge kıvrımları çokluğu. Evrenin bir kısmını içimize kıvırıyoruz: her türden karşılaşmayla. Bu temâşadır. Bedenimiz evreni, onu kendi içine kıvırarak temâşa eder. Yer içer duyar görür temas eder. Bataille fark etti bunu. Kozmik-güneşimizin saçtığı enerjiyi tüketerek oluşuyorduk. Tüketmek, temâşa etmektir, temâşa etmek ise kıvırmak. Fakat öncesinde karşılaşmak gerekir.
Fakat neyle karşılaşırız? Karşılaşmak ne demektir?
Son derece heretik bir metninde, Ritmanaliz'de Lefebvre evrendeki her şeyin aktığını, sadece sıvıların, enerjilerin değil, yeterince uzun bir zaman dilimi ele alındığında kayaların ve yıldızların da aktığını söylüyor. Akan her şey ritmiktir, bir ritmle akar, sabit olmasa bile. Dolayısıyla bir karşılaşma her şeyden önce iki farklı ritmin karşılaşmasıdır.
Bir obur hayal edelim, daima değilse bile bir an için oburluk yapan birini... Hangi ritmler vardır yeme etkinliğinde? Kararların bir ritmi vardır elbette: "Bir tabak patlıcan yemeği yiyeceğin, yanında biraz pilav, yoğurt. Üstüne de bir tatlı yerim belki." Fakat sadece bu kadar değil. Çiğneme ritmi vardır. Tükürük salgılama ritmi, mide asidi salgılama ritmi. Dahası uygun bir şekilde kanı sindirim sistemine odaklayan kalbin ve damarların da bir ritmi. Demek ki bir tarafta tümden beslenmeyi teşkil eden fizyolojik ve psikolojik ritmler var. Diğer yanda peki? Yemeklerin de bir ritmi var. Her şeyin lezzetli olduğu varsayıldığında yemeklerin ritmi obura göre hızlanabilir. İştah, içsel değil de yemeğin lezzetinin yarattığı iştah, doğrudan yemeklere ait olan iştah artacaktır. Tekinsizlik için ilk ve asli tanımımız bu olacaktır öyleyse: iki ritmin karşılaşmasında, ritmik bir dengesizlik. Bir potansiyel farkı.
Yine Bataille'a dönelim. Bataille harcamayı ekonominin temel kategorisi olarak sunuyordu. Zira daima fazla, bir artı(k) söz konusudur. Dünya taşar, taşmaya meyyaldir. Harcama başattır zira, fazlalığın atılması gerekir. Yabanıl bir topluluk potlaç yapar, potlaçı dayatır çünkü üyelerinden birinde aşırı birikime izin vermez. O yüzden, eşitliği sürdürmek ve "oburluğa" mani olmak için harcatır. Ritmi eşitler. Fazladan korkar zira onda, kendi oluşumunu, kendi ritmini sonsuza dek yok edecek bir tekinsizlik deneyimler.
Oburumuza geri dönelim:
Oburumuz kendini durduramazsa aşırılığı def etmek zorunda kalacaktır. Yoksa ketlenir bir süreliğine, belki de kalp krizi geçirir ve ölür. Bunun olmasını istemiyorsa kusmalıdır. O halde kusacaktır. Bu noktaya gelindiyse yemek etkinliği tekinsizleşmiştir. 
İlerleyelim.
Fakat bu tekinsizlik hep böyle kötü bir şey midir? Ritmik potansiyel fark olarak tekinsizlik, daima kötü bir yıkıma mı götürür?
Kentlerimizi düşünelim. Gettolaştırma ve soylulaştırma iç içe de geçerler, hem de bıçağın iki yüzüdür. Amaçlanan tekinsiz karşılaşmayı def etmektir: Güvenlik kaygısı. Mültecilerin, sömürgeleştirilenlerin kendileri olarak, kendi ritmlerinde giremedikleri ama katı kurallarla ancak hizmetçi, temizlikçi vs. olarak, işçi olarak girebildikleri siteler. Demek ki soylulaştırma baştan beri bir ritmik senkronizasyon meselesi olmuştur. "Zararlı" olabilecek bir ritmi, uyumlulaştırarak, doğru biçimde ve doğru bir ölçüde kıvırma meselesi. Ölçü kaçarsa belki bir grev patlayacaktır. Sitenin AVM'sinde işler sıkı tutulur, parmak izi kontrolleri, sicil çıkarmalar, asla boş bırakmamak, yabancı bir ritmin oluşmasına engel olacak şekilde ayarlanan çalışma ritmi ve vardiya.
Gettoda da durum farklı değildir. Getto tekinsizdir, ancak oranın sakini için değil, dışarıdan gelen için. Soylulaşan alanın temizlikçisi akşam gettosuna gider. İki alan karışmamalıdır. Demek ki bir sınır öncelikle tekinsizliğe karşı yerleştirilmiştir. Tekinsizliği ortadan kaldırmak için.
Varoluşumuzu teşkil eden ritmler (Deleuze ile Guattari'nin kelimesi nakarattır fakat gördüğümüz üzere bu ikisi neredeyse aynı kavram) donuklaşmaya meyyaldir. Bu kozmik bir hakikat. Spinoza'nın anladığı üzere belli bir anda kıvırdığımız kudreti terke yanaşmayız: conatus. Fakat tekinsizlik mutlak olumsuz bir anlama ancak ritm/nakaratlar donuklaşma noktasına yaklaştığında yaklaşır. Oysa ki tekinsizlik bundan ibaret değildir.
Oburumuzu terk edelim ve yabancı bir ülkede o ülkenin mutfağı ile karşılaşan birini ele alalım. Belki turisttir, belki mülteci. Şimdi durum nasıldır? İngiliz mutfağı ile karşılaştığımızı hayal edersek, bize her şey tekinsiz görünecektir. Mutfağın ve yemeğin ritmi ile bizimkinin uyumlu olup olmadığını bilmiyoruz. Zira mutfağı tanımıyoruz, hiçbir ön bilgi bize tatmanın ve onunla beslenmenin deneyiminin sağlayacağı ortak mefhumun güvenini veremez. Ne yapmalı? Bu kritik bir andır. Her şey altüst olabilir. Tekinsizliğin olumlu bir anlamını seziyoruz: belki o kadar çok beğeneceğim ki yemeği, artık Türkiye mutfağından yemek istemeyeceğim. Varoluşsal dönüşümün anıdır bu.
Gettoyu metropolde ayıran sınıra geri dönelim. Bir kentteki tüm devlet güçleri (belediyeler, polis, istihbarat, mafyalar, kaçakçılar vb.) gettoyu sarmalayacak ve metropol sakini için aşırı tekinsiz bir imge oluşturacaktır. Öyle ki içerisinin bizde ölümcül bir riske dair korku yaratması böyle sağlanır. Bir de şöyle görelim: Gettoyu terk edenler bir anda (bir işgal, isyan hareketi?) kente dağılıyor, kente karışıyor: eylem halinde tekinsizlik. Varoluşsal ritmi/nakaratı en az donuk olanlardan (komünist, anarşist militanlar, mültecilerle dayanışan sivil toplumcular, muhalif öğrenciler vb.) başlayarak muazzam bir tekinsizlik deneyimi oluşacaktır. Fakat bu artık, isyan denen olayın içinde mütekabil bir varoluşsal dönüşümü, radikal bir eşitliğin içinde ortak bir tekilleşme sürecini deneyimlediğimiz bir tekinsizlik olacaktır. Olay da tekinsizdir, zira ritmler asla aynı değildir, her ritm kendi farkına ve ritmler-arası da kendi potansiyel farklarına sahiptir. Eşitlik deneyimi farkı dışlamaz, çağırır ve üretir. Hatta burada ölümler de yaşanır. Fiziksel olmaktan çok, bir kıvrımın açılıp, daha esnek, daha canlı yeni bir ritmle kıvrılmasından oluşan sembolik ölümler. Nihayetinde her varoluşsal dönüşüm bir parça sembolik bir ölümdür. Bir isyancı olarak doğmak için, metropollü bir öğrenci, beyaz olarak ölmek gerekir. Bunlar iki farklı kıvrımdır, kıvırdıklarının dönüşümüyle (gettodan taşanların kendi ritminde sürüklediği imgeler, sözceler, duygular vb. ile karşılaşmayla), evreni kıvırma tarzları da dönüşmüştür. Varoluşsal dönüşüm iki sabit, katı ritm arasında değil (sınıf atlamada bu vardır, sözgelimi bir köylüden bir üniversiye profesörüne dönüşüm), Guattari'nin deyimi ile ritmi canlandıran (9/8'lik?) bir varoluşsal tekilleşme olarak yaşanır böylece.
Demek ki bir varoluşsal tekilleşme diğer ritmlere açıklıkla ilişkilidir, esnek bir ritme sahip olmak, farklı ritmleri duyabilir olmak. Yani temelde, en derinde sana ne yapabileceğini ve senin onu kıvırdığında neye dönüşebileceğini bilmediğin bir ritmi kıvırmaya cüret etmek, tekinsizliği sevgiyle kucaklamak.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lütfü İrdem'in İki Filmi Üzerine: Görünür ile Görünmez

Yönetmenliğini ve senaristliğini Lütfü İrdem 'in yaptığı, toplumlarımızı sarmalayan optik bir sorunla ilgili iki film bunlar: Kendileri görünmeksizin etkilerinde var olan, kendileri giderek silinirken bir etkinin bulutsu imgesine sığınan nedenler yahut varoluşlar. Cênîya Nêeysayî ' nı n (2016) [ Görünmez Kadın ] yahut Fotografkeş ' i n (2018) [ Fotoğrafçı ] sorunsalları , ama aynı zamanda kendilerini çeşitli biçimlerde kapitalist işe (ev emeği başta olmak üzere, tüm emek biçimlerine) mahkum edilmiş bulan azınlıklar ın (sayısal bir çoğunluk ol uşturmakla beraber) sorunları . Burada ne kadınlık ne de emek tarihini baştan yazmaya gerek yok, o halde gelin filmlerin optik sorunla ilişkilerine odaklana lım . Pek tabii bu iki filmin bu optik sorunu sorunsallaştırma biçimine. Cênîya Nêeysayî (2016) Cênîya Nêeysayî ' n ın görünmeyen kadını , kendi silinen görünürlüğünü göstermek üzere bedenen görünmez olmuştur. Bu görünürlükten dışlanma , tüm sosyal ilişkile

Karatani ile Kant Diyaloğu: Transandantal ve Bilinçsiz

Erkal'a.. Modern felsefenin tarihinde bilinçsiz ( bilinçdışı ) fikrinin iki sıkı doğum noktası bulunabilir: Birincisi kuşkusuz Spinoza, diğeri ise Kant. Fakat Kant'ın bilinçsiz fikrine katkısı çoğun göz ardı edilmiştir. Kant tartışmaları genellikle Kant'ın öznelciliğine dair eleştirel tartışmalardır, lâkin Kant'ı bir öznelci ilan etmek Kant'ın Saf Aklın Kritiği kitabında yarattığı transandantal kavramının göz ardı edilmesiyle mümkün olabilir ancak (Karatani). Peki ama, nedir transandantal (olan )? En kısa cevap onun bir alan olduğudur. Olumsuzdan gidelim: Transandantal ( transcendental ) olanın aşkın ( transcendence ) olan ile bir ilişkisi yoktur. Transandantal, vuku bulan fenomene nazarla aşkın (yani tözsel bir başkalıkla damgalı) değildir. Daha ziyade bir koşul dur transandantal ve bu koşul vuku bulanın kendisinin içkinlik sahasını teşkil eder. Dolayısıyla transandantal, aşkından çok içkinlik ile birlikte düşünülmesi gereken, fakat vuku bulana da indirge