Ana içeriğe atla

Karatani ile Kant Diyaloğu: Transandantal ve Bilinçsiz

Erkal'a..
Modern felsefenin tarihinde bilinçsiz (bilinçdışı) fikrinin iki sıkı doğum noktası bulunabilir: Birincisi kuşkusuz Spinoza, diğeri ise Kant. Fakat Kant'ın bilinçsiz fikrine katkısı çoğun göz ardı edilmiştir. Kant tartışmaları genellikle Kant'ın öznelciliğine dair eleştirel tartışmalardır, lâkin Kant'ı bir öznelci ilan etmek Kant'ın Saf Aklın Kritiği kitabında yarattığı transandantal kavramının göz ardı edilmesiyle mümkün olabilir ancak (Karatani). Peki ama, nedir transandantal (olan)?
En kısa cevap onun bir alan olduğudur. Olumsuzdan gidelim: Transandantal (transcendental) olanın aşkın (transcendence) olan ile bir ilişkisi yoktur. Transandantal, vuku bulan fenomene nazarla aşkın (yani tözsel bir başkalıkla damgalı) değildir. Daha ziyade bir koşuldur transandantal ve bu koşul vuku bulanın kendisinin içkinlik sahasını teşkil eder. Dolayısıyla transandantal, aşkından çok içkinlik ile birlikte düşünülmesi gereken, fakat vuku bulana da indirgenemeyen bir koşullar alanıdır (Deleuze önemli Kant ve Husserl eleştirilerinde ikisinin de, yine de, "koşullayanı koşullananın imgesinde kavradıkları" için hata yaptığını sürekli hatırlatacaktır -buraya döneceğiz).
Kojin Karatani, Transkritik, Çeviren: Erkal Ünal
Kant'ın bilinçsiz kavramına katkısını sezer gibi oluyoruz, zira bilinçsiz olan her şeyden önce bir belirişin koşullar sahasını belirtmiştir: bir rüyanın, bir davranışın, bir tikin, genel olarak bir nevrozun. Öyle ki psikanalitik pratik, koşullanmış olandan koşula doğru bir seyahat (bir macera?) pratiğidir (fakat burada da koşullayan/koşullanan ilişkisine dair Kant ile Husserl'deki gibi bir problem ikamet etmektedir -buraya da döneceğiz). Bir imge (rüya, fantezi, hatta sanat eseri) verildiğinde, bu imge belirişinin koşulları olarak ortaya konan gerçek nedenlere doğru takip edilir: bilinçsiz yapıların diferansiyel sahası, yani id-süpereogo-ego ve bu bu sahaya dinamizmini veren kompleksler (ödipus -yahut dişi versiyonu, elektra). Bilinçsiz, bu yüzden transandantaldir yahut vice versa.
Fakat kendini hemen gösterecek bir sorun var, koşullayanın koşullananın imgesinde kavranması sorunu: Kant ile Freud arasında düz bir çizgi çizersek (ki bu büyük bir eğer içerir), ikisinde de transandantal-bilinçsiz olanın, beliren şey ile benzer olduğu görülür. Bir yanda Kant'ta, transandantale hızlıca bir özne biçimi zerk ediler, diğer tarafta ise bilinçsize bireysellik. Kuşkusuz iki tarafta da transandantal özne ampirik öznelerden farklıdır, ancak yine iki yanda da bu, bir birliğin koşulu olarak kavranmıştır. Transandantal özne tüm olası ampirik özneleşmeleri birleştirir yahut tek-biçimli yapar. Kant'ın sorunu Hume'daki gibi çok sayıda ve birleşmeyen bir özneler çokluğundan kurtulmaktı. Freud'un durumunda ise bu, bilinçsizin bireyselliğini korumaktır. İkisinin sorunu birbirine yakındır fakat aynı da sayılmazlar. Ancak yine de burada transandantal olanın ikinci ve koşula nazaran daha etkin bir yanı bulunur ki, bu onun sentetik yani sentezin faili olması yanıdır. Transandantal sentezler, yani ampirik belirişleri koşullamakla kalmaz aynı zamanda onları biçimlendirir ya da daha doğru bir ifadeyle koşul demek burada sentezlemek demektir.
Yapıdan Sürece
Hem Kant'ta hem de Freud'da görülebileceği (ve Lacan'ın sonra bilinçli bir şekilde formüle edeceği) üzere transandantal-bilinçsiz olan bir yapıdır ve sabittir. Alan iki tarafta da sabit bir şekilde yapılanmış olarak kavranmıştır. Bu Kant'ın heyecan verici buluşu ve Kantçı devrimin özü olduğu kadar, büyük meselesini de teşkil eder. Zira Kant, Saf Aklın Kritiği'nde bu "sabit yapı olarak transandantal" kavramı sayesinde, insan deneyiminin mübadele edilebilirliğini kurtarmaktadır: dünyayı homo sapiens olarak aynı biçimde biçimlendiririz ya da daha az öznelci bir şekilde söylersek, dünya -fenomenler-, tüm insanlarda ortak olan bu zihinsel yapılar (başta zaman ve mekân olmak üzere) sayesinde tüm insanlar için aynı şekilde belirir. Keza Freud-Lacan tarafına geçersek, orada da bilinçsiz tüm semptomların belirişi için ortak bir yapıyı teşkil edecektir. 
Hegel'i de tartışmaya dahil edersek, Tin kavramının işgal ettiği yerin her şeyden önce yine böyle bir olanaklılık sahası ve yapısal bir transandantal olduğunu düşünebiliriz. Hegel için de Tin (o asla öyle düşünmemişse de), tarih boyunca tüm vuku buluşların ortak düzlemidir. Vuku bulan her olay, Tinin potansiyel sahasından diyalektik bir edimselleşme ve başkalaşma mantığınca çıkarlar ve olayın mahiyetini kavramak demek, onu Tinin tarihsel yapısına doğru takip ederek yerleştirmek demektir: Sezar Rubikon Irmağı'nı geçmişse, bu Tinin özbilince seyahati açısından bir moment-semptom olarak vuku buluşunu anlamlandıran Tin açısından kavranabilir ancak.
Karatani'nin büyüklüğü, böyle bir transandantal kavramını Marx ile ilişkisinde öne çıkarmasıdır. Marx da, Kapital'de tüm mübadeleler için bir sentez ilkesi olarak değer biçimini keşfetmiştir. Belli bir açıdan bakıldığında ve tarihsel olarak kapitalizmle sınırlı tutulduğunda bu kesinlikle yapısal bir mahiyet taşıyacaktır.
Fakat fazlası var. Şimdi Hegel'den Marx'a bir çizgi çekelim. Marx'ın tarihi kavrayışının farkını ne teşkil etmektedir? Bu basitçe Tinin yerini neyin aldığını ya da kendi sözleriyle "diyalektiği ayağa kaldırdığını" söyleyerek çözebileceğimiz bir sorun değildir. Marx'ta olan şey, çok daha derin bir biçimde, tarihin transandantalinin yapısal değil süreç olarak kavranışıdır. Üretim tarzı mefhumu, kendisi de tarihsel olan bir transandantal alan kavrayışı sunan ilk derli toplu girişimdir. Bir üretim tarzı daima biçimlendirmeler (yapı dememizin görece meşru olduğu ve kendisini tarih-dışıymış gibi sunan aynının sentezleri -fetişizm) ile ondan sapan mücadeleler (farkın sentezi süreçleri) tarafından tanımlanırlar. Bu yapısal değil süreç olarak tarih kavramıdır ve kesinlikle Marx'a özgüdür. İlerleyelim.
Kant-Husserl üzerinden bir çizgi de Deleuze'e çizebiliriz, Fark ve Tekrar ile Anlamın Mantığı'nın Deleuze'üne. Burada da benzer bir jest bulacağız. Buna göre transandantal olan ne bir özne, ne de bir ego (Husserl) biçiminde kavranabilir, fakat kendisi hiçbir biçime sahip olmayan akımlar tarafından teşkil edilen bir karşılaşmalar sürecidir. Sentez burada, yalnızca farklılaştırarak farkı sentezleyebilir. Vuku bulanlara aynı-tek biçimi vermez. Fakat kuşkusuz Deleuze için de aynılığı dayatan şeyler vardır ve Marx'ı yankılayan biçimde onlar da belli bir anlamda transandantal alanın parçası olsalar da, merkezinde ikamet etmezler. Birey-oluş sürecinin virtüelden edimsele hareketi, daima yeni virtüelliklerin edimselleştiği bir farklılaşma süreci olarak kavranır ama dünyanın tarihsel olarak verili edimsel kuvvetleri de bu süreci bastırmak için elinden geleni yapar.
Bir de bunun yanısıra, Freud-Lacan'dan Deleuze-Guattari'ye, Anti-Ödipus'a bir çizgi çekebiliriz. Bu çizgide de bilinçsiz artık hem bir makine (bir yapı değil) olarak, üretken bir süreç olarak kavranır, hem de Ödipal "yapı" bilinçsiz üretimi bastıran tarihsel bir kuvvetler çokluğu olarak serimlenir.
Bilinçsiz Süreçler Olarak Transandantal Alan
Geldiğimiz noktada şu denkliği kurabiliriz: transandantal alan= bireyleşmenin/bedenleşmenin bilinçsiz karşılaşma ve sentez süreçleri çokluğu. Kuşkusuz bu Kant'ın transandantal alan kavrayışından, (Nietzsche ve Spinoza yardımıyla) radikal bir kopuş anlamına gelir. Fakat görüyoruz ki bu kopuşun "koşulu" Kant'ın onu kavram olarak yaratmış olmasıdır. Kant'ın dehası, bu kavrayışı mümkün kılmış olmasıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lütfü İrdem'in İki Filmi Üzerine: Görünür ile Görünmez

Yönetmenliğini ve senaristliğini Lütfü İrdem 'in yaptığı, toplumlarımızı sarmalayan optik bir sorunla ilgili iki film bunlar: Kendileri görünmeksizin etkilerinde var olan, kendileri giderek silinirken bir etkinin bulutsu imgesine sığınan nedenler yahut varoluşlar. Cênîya Nêeysayî ' nı n (2016) [ Görünmez Kadın ] yahut Fotografkeş ' i n (2018) [ Fotoğrafçı ] sorunsalları , ama aynı zamanda kendilerini çeşitli biçimlerde kapitalist işe (ev emeği başta olmak üzere, tüm emek biçimlerine) mahkum edilmiş bulan azınlıklar ın (sayısal bir çoğunluk ol uşturmakla beraber) sorunları . Burada ne kadınlık ne de emek tarihini baştan yazmaya gerek yok, o halde gelin filmlerin optik sorunla ilişkilerine odaklana lım . Pek tabii bu iki filmin bu optik sorunu sorunsallaştırma biçimine. Cênîya Nêeysayî (2016) Cênîya Nêeysayî ' n ın görünmeyen kadını , kendi silinen görünürlüğünü göstermek üzere bedenen görünmez olmuştur. Bu görünürlükten dışlanma , tüm sosyal ilişkile

Tekinsizlik ve Varoluşsal Tekilleşme

Dilan ile Müge'ye... Biz hepimiz uzay-zaman bloklarının kıvrımlarıyız. Bedenimiz dediğimiz et, kan, kemik ve gösterge kıvrımları çokluğu. Evrenin bir kısmını içimize kıvırıyoruz: her türden karşılaşmayla. Bu temâşadır. Bedenimiz evreni, onu kendi içine kıvırarak temâşa eder. Yer içer duyar görür temas eder. Bataille fark etti bunu. Kozmik-güneşimizin saçtığı enerjiyi tüketerek oluşuyorduk. Tüketmek, temâşa etmektir, temâşa etmek ise kıvırmak. Fakat öncesinde karşılaşmak gerekir. Fakat neyle karşılaşırız? Karşılaşmak ne demektir? Son derece heretik bir metninde, Ritmanaliz 'de Lefebvre evrendeki her şeyin aktığını, sadece sıvıların, enerjilerin değil, yeterince uzun bir zaman dilimi ele alındığında kayaların ve yıldızların da aktığını söylüyor. Akan her şey ritmiktir, bir ritmle akar, sabit olmasa bile. Dolayısıyla bir karşılaşma her şeyden önce iki farklı ritmin karşılaşmasıdır. Bir obur hayal edelim, daima değilse bile bir an için oburluk yapan birini... Hangi ritmle