Ana içeriğe atla

Heiddeger, "Dünya" ve Kimlik

Kürşad'a...
Fenomenolojik soruşturmaların "dünya" mefhumuna ayırdığı çok özgül bir yer vardır. Fakat bu özgüllüğün en yoğun olduğu figür muhtemelen Varlık ve Zaman'ın Heidegger'idir. Burada ben de, yoğun bir felsefe tarihi yahut akademik tartışmaya boğulmadan, "dünya" denilen şey ile bugün cenderesine düşmekten bir hâl olduğumuz "kimlik", "yaşam tarzı" vs. gibi mefhumların ilişkisine ve dahası bunun eleştirisi için bir takım daha felsefi meselelere biraz yakınlaşmaya çalışacağım.
Heidegger için "dünya", "dünya-içinde-olan" olarak tanımladığı Daseinın, yani insani varoluşun ontolojik yapısının asli unsurudur. Dünya içinde olmak Dasein olmanın kopartılamaz bir parçasıdır. Dasein bu anlamda, "dünya-içinde-olarak", bir özne bile değil (Heidegger özne/nesne ayrımını söküp atmak ister) daha ziyade bizim gündelik benliklerimizin kendisinden türediği "kökensel" zemindir. Peki ama bunun "kimlik" meselesi ile ilişkisi nedir?
"Dünya", demek "anlam(lar)" demektir. Dasein dünya içinde olmaklığıyla, "dünyevi" anlamlar ile kuşatılmış olur. Bir dünya ile çevrelendiğimiz için, tam da bu çevrenin içinde, onu asli olarak kendimize ait bir şey olarak taşıdığımız için "anlam arayan" varlık oluruz ki, temelde anlamı aramak demek dünyayı dolduran nesnelerin, gündelik uğraşların telaşından sakınmak, onları ötesinde o dünyadaki zamansallığımızdan (ufuktaki ölümden) hareketle, anlam sorusunu sormak demektir. Kuşkusuz etkileyici.
Fakat yine etkileyici bir şekilde insanı kuşkulandırıyor. O yüzden gelin şimdi Heidegger'i kendi isteği hilafına "tarihselleştirelim".
Heidegger, az veya çok, bir geçişi, kapitalist toplumlarımızda kalıntı halinde seyreden tüm yerel aidiyet biçimlerinin dünya pazarı tarafından parçalanma eğiliminin bir gerçekliğe dönüştüğü bir evreyi yaşıyordu. Bu eğilimin ilk belirdiği anda, buna tepki veren Alman Romantikleri (Fichte, Schlegel, Schelling, Hegel vb.) ile ilişkilerinin felsefe tarihçilerinin ilgisine mazhar olmasının sebeplerinden biri kuşkusuz budur. Kapitalizmdeki bu (emperyalizme) geçişte Heidegger, tıpkı romantikler gibi "savunmacı" bir konumu işgal etmektedir. "Anlam evreni olarak dünya" kavrayışı, Varlık ve Zaman'ın Kant'tan beri bir sorun olan şeyi, yani dünyanın ancak metafizik bir varsayım olabileceği ancak öznenin ona erişemeyeceği tezini ters yüz eder. Dikkatlice bakılırsa dünya özne/nesne bölünmesinin berisindedir, anlam özneyi kuran bir gramere göndermez. İnsanın varoluşsallığı, onu "hazır bulmasından", onunla birlikte "kökende bulunmasından" ibarettir.
Fakat kapitalizm ulusal, ailevi, dini vs. tüm "anlam evrenlerini", yani Dasein-dünya bağıntısı olarak "ontolojik yapıyı" dümdüz etti. Bunu şöyle anlayabiliriz: Heidegger'in kendisine referansla konuştuğu "anlam evrenleri" geçip gitmiş despotik öncüllere, yani bizatihi gösterge sistemlerinin tarih boyunca aldığı en baskıcı biçimlere (gösteren gösterge rejimleri) dayanıyordu. Ya da daha doğrusu, kapitalist semiyotikleştirme en derin anlamsızlıklara gebe bir gösterge rejimini, yani sermayeninkini serbest bıraktığı anda bu "eski" "katılıklar", yalnızca genel "aidiyetleri" (dini ve ulusal) değil, yerelleri de (soysal, mesleki, sınıfsal) paramparça etti. Şu "fenomenolojik dünya" mefhumu kısmen bu dağılmanın karşısında verilen bir "tadilat mücadelesinin" eseridir.
Görüyoruz ki burada "dünya" mefhumunun işaretlediği şey, "yeryüzü" değildir. Dünya açık bir oluşum değil, aksine bu açıklığın olmadığı, kendi içine kapanan bir oluşumdur. Heidegger de haklı olarak işaret eder ki, bir dünya daima tarihsel olarak belirlenmiş (ulus dememize ramak kalır), coğrafi olarak sarmalanmış (ulusal dil, kuşkusuz) durumdadır. Bu anlamda henüz kimlik mefhumunun ortada olmadığı bir çağda bir dünya mefhumu aslında bugünün kimlik mefhumuyla yer değiştirebilir kalır. Öyleyse bir dünya, çeşitli kültürel unsurları kapsayan bir ekolojidir: Almanlık, İngilizlik, Türklük vs. dünya için asli olmasa da, dünya tarafından çağrılmaktadır (Heidegger nazizim ilişikisini buradan düşünebiliriz, ama konumuz bu değil). Öyleyse varoluş bir öz tarafından belirlenmemiştir kuşkusuz, ama kendi transandantal yapısı gereği özü çağırmaktadır, ki bu tarihin Heidegger için alabileceği olanaklı tek biçimdir; özsüz biçime bir öz vermek.
Sonraki gelişimi boyunca kimlik ile ilgili bütün amiyane varsayımların ("İnsan bir yere ait olmak ister") antropolojik temelini görüyoruz burada. Dünya oluşturulabilecek bir şey olmaktan çıkartılmış, aksine oluşumun koşulu haline getirilmiştir.
Bugünün dünyasında kimlik ile ilgili bu kadar "bunalım" yaşanmasının, kimliğin olmazsa olmaz kabul edilmesinin temelinde hiç kuşkusuz sermayenin açık oluşumlar olarak "mücadele halindeki öznelliklere" (proletarya) dayanan/onun icat ettiği her tür kolektif sözcelem ve kökende mevcut olan değil karşılaşmada yaratılan anlam olanaklarını -bir süreliğine- ortadan kaldırışı vardır. Fakat daha da mühimi bu mücadelenin ve ona verilen kapitalist cevabın şiddeti sonucunda şurada veya burada bulunan her tür dünya (sınıfsal, ulusal, ailevi vb.) çözülmüştür. Hatta şu sonuca da varabiliriz: Heidegger'e nazizmi yüzünden lanetler okuma konusunda sıraya girecek önemli sayıda liberal ve sosyal bilimci aslında Heideggerci bir çerçeve içinde düşünmeye ve onu haklı kılmaya ömürlerini harcamışlardır. Zira 80'ler sonrası çözülmeye verilen tepkiler dinsel, ulusal, mezhepsel dünyaları savunmaya yönelik gerici tepkileri hortlattığı anda çokkültürcülük imdada yetişmekte gecikmemiştir.
Öyleyse kimlik sorununa dair (kapitalist ekonomi eleştirisinin bir kısmını kapsayan) eleştiri, öncelikle antropolojinin Heideggerci bu biçimine dair ontolojik bir eleştiriyi kapsamalıdır. "Dünya sorununu" Heideggerci çerçeveden kurtarmak ve onu "yeryüzü" sorununa dönüştürmek gerekiyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lütfü İrdem'in İki Filmi Üzerine: Görünür ile Görünmez

Yönetmenliğini ve senaristliğini Lütfü İrdem 'in yaptığı, toplumlarımızı sarmalayan optik bir sorunla ilgili iki film bunlar: Kendileri görünmeksizin etkilerinde var olan, kendileri giderek silinirken bir etkinin bulutsu imgesine sığınan nedenler yahut varoluşlar. Cênîya Nêeysayî ' nı n (2016) [ Görünmez Kadın ] yahut Fotografkeş ' i n (2018) [ Fotoğrafçı ] sorunsalları , ama aynı zamanda kendilerini çeşitli biçimlerde kapitalist işe (ev emeği başta olmak üzere, tüm emek biçimlerine) mahkum edilmiş bulan azınlıklar ın (sayısal bir çoğunluk ol uşturmakla beraber) sorunları . Burada ne kadınlık ne de emek tarihini baştan yazmaya gerek yok, o halde gelin filmlerin optik sorunla ilişkilerine odaklana lım . Pek tabii bu iki filmin bu optik sorunu sorunsallaştırma biçimine. Cênîya Nêeysayî (2016) Cênîya Nêeysayî ' n ın görünmeyen kadını , kendi silinen görünürlüğünü göstermek üzere bedenen görünmez olmuştur. Bu görünürlükten dışlanma , tüm sosyal ilişkile

Karatani ile Kant Diyaloğu: Transandantal ve Bilinçsiz

Erkal'a.. Modern felsefenin tarihinde bilinçsiz ( bilinçdışı ) fikrinin iki sıkı doğum noktası bulunabilir: Birincisi kuşkusuz Spinoza, diğeri ise Kant. Fakat Kant'ın bilinçsiz fikrine katkısı çoğun göz ardı edilmiştir. Kant tartışmaları genellikle Kant'ın öznelciliğine dair eleştirel tartışmalardır, lâkin Kant'ı bir öznelci ilan etmek Kant'ın Saf Aklın Kritiği kitabında yarattığı transandantal kavramının göz ardı edilmesiyle mümkün olabilir ancak (Karatani). Peki ama, nedir transandantal (olan )? En kısa cevap onun bir alan olduğudur. Olumsuzdan gidelim: Transandantal ( transcendental ) olanın aşkın ( transcendence ) olan ile bir ilişkisi yoktur. Transandantal, vuku bulan fenomene nazarla aşkın (yani tözsel bir başkalıkla damgalı) değildir. Daha ziyade bir koşul dur transandantal ve bu koşul vuku bulanın kendisinin içkinlik sahasını teşkil eder. Dolayısıyla transandantal, aşkından çok içkinlik ile birlikte düşünülmesi gereken, fakat vuku bulana da indirge

Tekinsizlik ve Varoluşsal Tekilleşme

Dilan ile Müge'ye... Biz hepimiz uzay-zaman bloklarının kıvrımlarıyız. Bedenimiz dediğimiz et, kan, kemik ve gösterge kıvrımları çokluğu. Evrenin bir kısmını içimize kıvırıyoruz: her türden karşılaşmayla. Bu temâşadır. Bedenimiz evreni, onu kendi içine kıvırarak temâşa eder. Yer içer duyar görür temas eder. Bataille fark etti bunu. Kozmik-güneşimizin saçtığı enerjiyi tüketerek oluşuyorduk. Tüketmek, temâşa etmektir, temâşa etmek ise kıvırmak. Fakat öncesinde karşılaşmak gerekir. Fakat neyle karşılaşırız? Karşılaşmak ne demektir? Son derece heretik bir metninde, Ritmanaliz 'de Lefebvre evrendeki her şeyin aktığını, sadece sıvıların, enerjilerin değil, yeterince uzun bir zaman dilimi ele alındığında kayaların ve yıldızların da aktığını söylüyor. Akan her şey ritmiktir, bir ritmle akar, sabit olmasa bile. Dolayısıyla bir karşılaşma her şeyden önce iki farklı ritmin karşılaşmasıdır. Bir obur hayal edelim, daima değilse bile bir an için oburluk yapan birini... Hangi ritmle